Monday, March 31, 2008

Opera Idol

Paul Potts'a beni aglatmayi basardigi icin tesekkur ediyorum!

Sunday, March 30, 2008

Brunch at Queen Mother Café (6/10)

Gunesin ve baharin yuzunu iyice gostermesiyle birlikte ben de haftasonu aktivitelerine hiz verme karari aldim. Tourism Toronto’nun web sitesine gore Toronto’da 5000’in uzerinde restaurant varmis. Hepsini denemek biraz zaman alacak tabii. Ama ucundan kosesinden baslayayim dedim bugun. Isyerinden arkadasim Phil ile birlikte birbirinden renkli dukkanlari, restaurantlari ve barlari ile meshur Queen West’te brunch yapmak uzere anlastik. Secimimiz thai ve global menusunun karisimi ile meshur Queen Mother Café oldu.

Ahsap yapisi ve duvarlarindaki tarihi portreleri ile 1900’lerin Beyoglu cafélerini animsatan bir atmosferi vardi Queen Mother’in. Hatta duvarlardan birinde Istanbul ile ilgili birkac satir yazi da gozume ilismedi degil! Servisin cok guleryuzlu olmamakla birlikte hizli ve hatasiz oldugunu soyleyebilirim. Aslinda bir suredir gittigim pek cok restaurant veya café’den edindigim izlenim, bir kaci haric yaklasik hepsinde guleryuz ve musteri ile iletisim konusunda Toronto’nun biraz yol katetmesi gerektigi oldu. Bu konuya ileride tekrar deginecegim.

Yanlis hatirliyorsam duzeltin lutfen ama sanki Bogaz’da brunch’a gittigimiz gunlerde portakal suyu istendiginde baska bir aciklamaya gerek kalmaksizin sikma portakal suyu gelirdi. Ayni aliskanlikla (veya yanlis hatirlamayla) siparis ettigim portakal suyunun Kuzey Amerika’ya ozgu ve yarisindan fazlasinin buz kupleriyle dolu oldugu devasa bir bardakta konsantre olarak masaya tesrif etmesi bende hafif bir hayal kirikligi yasatti. Neyse ki ayni anda siparis etmis oldugum café au lait’nin kalitesi bu hayal kirikligini cabuk bastirdi.

Brunch Pazar gununun ilk ogunu oldugu icin, gozumuz menudeki thai basliklar yerine “Sunday brunch” basligi altindaki omletler ve bagellara takildi. Ben cirpma yumurtali “eggs your style” alirken, Phil de ne zamandir hayalini kurdugu Kanada’ya ozgu “peameal bacon” iceren “eggs benedict” aldi (aslinda peameal bacon’in en guzel yapildigi yerin St. Lawrence Market oldugunu dusunuyorum, ama o kismi baska bir yazimda anlatacagim). Siparisim kucuk bir parca kavun esliginde servis edilen haslanmis ve baharatlanmis patates parcaciklari, iki yumurta, uc parca bacon ve bir montreal bagel olarak masaya geldi.

Genel olarak cok etkilendigimi soyleyemeyecegim. En azindan brunch konusunda on uzerinden alti almayi basarabildi benden bu café. Havalar iyice isindiginda arka bahcesinde de bir brunch yapmayi hala dusunuyorum ama, veya hafta ici kucuk bir dinner. O zamana kadar: 6/10, sorry kralice anne…

Saturday, March 29, 2008

A Sunny Saturday in Toronto (this is no joke, it really happens!)

Bugun Alliance Francaise’den arkadasim Baris ve onun UofT (University of Toronto)’dan arkadasi Alis (read Alice) ile guzel bir early spring Saturday yasadik. Gunesin tepede oldugu ve sicakligin ruzgara ragmen donma noktasinin uzerinde seyrettigi Toronto’nun bu ilk Cumartesi gununde Bloor & Spadina’da bulusmak uzere anlastik. Alis gicir arabasi Subaru ile bizi aldi, High Park’a dogru yollandik. Bugun Toronto hakkinda ogrendigim ilk yeni sey Bloor West’in aslinda Queen West kadar canli ve renkli oldugunu farketmem oldu.

High park’ta kisa bir yuruyus sonrasi aslinda donma noktasinin uzerinde seyreden hava sicakliginin akdenizli kanimizi cok da isitmadigini farkettik. Parkin gobegindeki cafeteria’ya bu yuzden mi yoksa Baris acikti diye mi girdik cok net hatirlamiyorum simdi. Dogu avrupa kokenli bir teyzenin uzerimdeki sweat-shirt’e kompliman’i sonrasi, cok da leziz oldugunu soyleyemeyecegim cheese & bacon sandwichimi kutlettim. Bugun ogrendigim ikinci sey de bir daha bu kafeye gelindiginde alinacak seyin sandwich degil ispanakli borek oldugu oldu (thanks to Alis!).

Hayatimdaki ilk lamayi Peru’ya gittigimde gorecegimi sanirdim hep. Yanilmisim. Bir lama’ya en cok yaklastigim nokta High park’in icerisindeki hayvanat bahcesiydi. Ama yuksek citler sagolsun, Toronto lamalari yuzume tukurmeye tenezzul etmediler. Bizon bolumunu gezerken tezek kokusunun cigerlerimizi isgalinden olacak herhalde, Alis bizonlarin bu citleri devirebilecegini iddia etti! Otoban'da araba kullanma fobisi olan (ama yine de ters istikamette trafige girmeye calisan) bir insan icin "bizonlarin citleri devirebilecegi" endisesi cok da gercekustu gelmedi bana. Aslinda ben o an bizon etinin yenilip yenilmedigini, yeniliyorsa da sigir eti kadar lezzetli olup olmadigini dusunmekteydim. Ama muthis tezek kokusu ve Baris'in vejetaryen olusu, beynimdeki soruyu dillendirmeme musaade etmedi.


High park bizi kesmedigi icin bir de West beach yapalim dedik. Donmus golcuklerin gercekten ne kadar donmus oldugunu bizzat test ettikten sonra (sekil 1A), ne zaman yapilacak bu espri dedigim cumleyi Ontario golu’nun kiyisinda dalga seslerini digicam'ine kaydeden Alis'e Baris sarfetti: “Alis, are you in wonderland?”. Bir gorev de boyle tamamlanmis oldu, rahatladik!

Iki bucuk saat yurudukten sonra donmaya baslayan kanimizi isitmak ve yeni kan hucreleri eklemek icin Greektown’a gidip aksam yemegine oturma kararini gol kenarinda aldik. Hayatimda ictigim en tatli house wine’lardan biri esliginde yaprak sarmasi ve musakka yemek ve evde olmayarak Earth Hour’a katkida bulunmak bugun yaptigimiz en akillica aktivite oldu herhalde. Her ne kadar bulundugumuz Greek restoranda saat 9da baslayan dansoz sovu kacirsak da (!) guzel bir Cumartesi gecirdik dememek icin hic bir sebep yok bence. Sizce?

Friday, March 28, 2008

Bitmeyen film: Science vs. Religion

Gectigimiz eylul ayinda Ingilizler, binbir tartisma arasinda ve bir yigin sarta bagli olmak uzere, insan ve hayvan hucrelerinin embriyo seviyesinde ciftlestirilmesine izin veren bir kanuna yesil isik yakmisti. Bilimadamlari, cogunlugu insan hucrelerinden olusan kok hucreler yaratip bunlari Diyabet ve Alzheimer gibi olumcul hastaliklarin tedavisinde kullanmak istiyordu. Tabii basta Kilise olmak uzere belli basli kuruluslar hemen itiraz ettiler: yaratmak insanin isi degil, ve ayrica insan ve hayvan hucreleri birlestirilse insanin olaganustu yapisi bozulabilir! Tabii kilise’den cikan bu fetvalar tabloid basina Dr. Moreau’nun adasindaki yaratiklarin fotograflari halinde yansidi. Hemen yari insan yari hayvan irk’in dunyayi nasil ve ne zaman ele gecirecegi tartismalari Hollywood’u bile kiskandiracak sekilde gorsel medyada islenmeye basladi. Hatta araya mutant savaslari senaryolari serpistirilmeye baslandi.

Bunun uzerine bilimadamlari embriyolarin sadece ve sadece %0.1’inin hayvan hucrelerinden gelecegini ve bilime hizmet ettikten 14 gun sonra yok edileceklerini yinelemeye basladi. Yani, embriyolar neredeyse (!) insan gibi olacagi icin “insanoglunun olaganustu yapisi” bozulmamis olacakti. Ve 14 gun icinde yokedilecekleri de yasayla sabitleneceginden farelerle beslenen kuyruklu komsulariniz olmayacakti. Ama Science vs. Religion filminin bilmemkacinci tekrari olan bu senaryo burada bitmedi tabii. Kilise hemen karsi ataga gecti ve bu kez embriyolarin 14 gun icinde yokedilmesine takti: yaratmak nasil insan isi degilse yoketmek de oyleydi. Sonucta bunun kurtajdan ne farki vardi ki?

Amaci insanliga hizmet olan bu iki olgunun yuzyillardir bu kadar siklikla neden karsi karsiya geldigini anlamak gercekten zor. Alzheimer’i tedavi etmenin (veya en azindan bu yolda calismanin) insanliga hizmet edecegini savunur bilim. O zaman din baska birseye mi hizmet ediyor? Objektif yaklasip bir de soyle dusunmeye calisiyorum: Belki de alzheimer’in tedavi edilmemesi gerekiyor (?). Cunku o zaman herkes daha uzun yasayacak, insanlarin yasamalanlari kisitlanacak vs. vs. Belki de din bunun olacagini ongorerek karsi cikiyor. Ama bunu ongormek din icin ne kadar normal ise, bir hastaligin varligindan haberdar olup onu tedavi etmemeye calismak da bilim icin o kadar absurd.

Sonucta, biz bu filmin degisik bolumlerini seyretmeye surekli devam edecegiz galiba…

Monday, March 24, 2008

Gitmek mi zor? Donmek mi?

Komsu bloglarda birkac gundur yankilanan soruya iki defa gitmis ve bir defa da donmus bir blogger olarak bir cevap da benden: ikisi de birbirinden zor.

Ozet: 2002 yilinda Amerikanya’ya okumaya giderken aklimda hic donmek yoktu. Itiraf etmek gerekirse, bazi seylerden o kadar nefret etmistim ki, artik iyi olan seyler de gozume, kulagima, kalbime seslenmiyordu Turkiye’de. Baslarda hersey guzel gibiydi Amerika’da. Biraz yalnizlik cektigim soylenebilirdi ama o kadar da kotu degildi durum. Hatta cevremdeki pek cok insan salgin halinde “home-sick” olurken, ben hayatimdan Turkiye’de oldugumdan daha mutlu sayilirdim. 2004’te okul biterken krizin iyice belirginlesmesi, is bulmanin cok zor hale gelmesi vs. gibi sebeplerle cok da sevmemeye basladim Amerika’yi. Ama nasil giderken hissettigim nefretin sebebi tumuyle Turkler ve Turkiye degilse, aslinda burada da suc tam da Amerikalilarin veya Amerika’nin degildi. Sadece hayatin bu kadar zor hale gelmesi yildirmisti beni; ve sanki Turkiye’deki butun is sahipleri kollari acik beni bekliyor gibi geliyordu donmeden once. 2004 yazinda Turkiye’ye dondugumde boyle olmadigini cok aci tecrubelerle ogrendim. 2006 baharinda ikinci cikartmami yaptim ve artik uzun bir sure donmeyi dusunmuyorum.

Evet isin ozeti aslinda bu kadar. Ama her gidis ve donusteki endiseleri, korkulari, heyecanlari, umutlari ve hayalleri anlatmaya butun bloglar birlesse yine de yer yetmez. Herkesin durumu farkli da olsa ben de ortaya bir iki bozukluk atmak isterim:

Gidis veya donus sebebini ozlediginiz seylere baglamayin bence. Nasil olsa heryerde sevdiginiz ve sevmediginiz, ozlediginiz ve keske olmasa dediginiz seyler surekli olacak. Burda simit yemeyi ozluyorum, Turkiye’ye gittigimde uzerinde maple syrup gezdirilmis pancake’ler ruyama giriyor. Burda Kurban Bayrami’nda o Urdun senin bu Misir benim gezen arkadaslarimi kiskaniyorum, Orda ise uzun Chirstmas tatilini. Burdayken seker bayrami baklavalari agzimi sulandiriyor, ordayken Thanksgiving Turkey! Burda hayat pek sessiz sakin bazen, Turkiye’de hersey cok hizli. Istanbul’da sokakta zor yuruyorum, cunku insandan yuruyecek yer yok. Burda bazen yine zor yuruyorum, cunku snow plowerlar henuz kaldirimi temizlememis oluyor! Ornekleri cogaltmak cok kolay. Kisaca, siz artik hem orayi, hem de burayi gordunuz, geri donus yok. Mutlaka ve mutlaka iki tarafta da ozlemek ve nefret etmek icin karsilastirabilecek birseyleriniz olacak.

Bence olay, ozledigimiz veya ozleyecegimiz seylerin listesini yapmaktan ziyade uzun vadede nerede daha mutlu olacagimizi dusunmekle ilgili. Cok uzun vadeli dusunmeye de gerek yok aslinda. Uc sene sonra hala burada yasadigimda hayatim en az simdiki kadar veya daha iyi olacak mi? Sadece ekonomik olarak degil tabii, sosyal olarak, psikolojik olarak da… Olacagina inancin yoksa, bence burada cok durmanin da bir anlami yok. On sene sonra hala burada yasadigimda “bunu ve de sunu keske yapsaydim Turkiye’de” seklinde icinde birseyler kalacagina inaniyorsan, yine cok durmanin bir anlami yok.

Ikinci bir onemli husus ta “aidiyet” duygusu. On yillardir Amerika’da yasayip hala kendini oraya ait hissetmeyen arkadaslarim var. Bence insan “aidiyet” hissetmeyince tutundugu topraga, cok da mutlu olamiyor. Cunku ayni bitkiler gibi kok saliyoruz bulundugumuz ortama; yeni cevre, yeni arkadaslar, yeni aktiviteler… Isin dikkat isteyen noktasi ise bu koklerin zaman gectikce buyumesi ve bir sure sonra o topraktan cikmanin acisiz bir sekilde mumkun olmamasi; ya koklerden bir bolumunu koparacaksin, ya birkac yaprak elinde kalacak… Madem bastan “aidiyet” hissetmiyorsun yurdundan baska bir yere, o zaman gonullu surgun olarak kok salma baska topraklarda. Vakit varken, kokler cok asagi inmemisken don git geldigin yere.

Wednesday, March 19, 2008

Earth Hour

Bizim apartmanin asansorlerindeki ilan panolarinda surekli ilginc seyler asilidir. Mesela iki uc gundur binanin arkasindaki otopark alaninda son hollywood filmlerinden birinin cekiminin gerceklesecegi, bu yuzden isteyenlerin bilmemkac dolar karsiligi bir gunlugune otopark alanlarini satabilecekleri yaziliydi. Ondan once de "eski giysilerinizi yerbezi yapmayin, bize verin, biz de fakirlere verelim" tarzi bisey vardi.

Bu aksamsa neredeyse bir haftadir duymaktan biktigim "Earth Hour" ilani asiliydi. Calistigim isyerinin yanisira oturdugum apartman da kaydolmus. 29 Mart Cumartesi gecesi 8-9 arasi bir saat isiklarimizi kapatacakmisiz. Kuresel Isinma'nin gercekten olduguna veya en azindan yasadigimiz dunyaya cok iyi davranmadigimiza inanmakla beraber bu tip eylemlerin cok basarili olabilecegine nedense inanasim gelmiyor. Herseyden once neden haftasonunun en aktif gununun en aktif saatleri olan 8-9 pm arasi secilir boyle bir eylem icin? Bildigim pek cok gosteri 8'de sahne aliyor, sinema seanslari 7-9 arasi, restoranlarin en yogun oldugu iki saat cumartesi 7-9 pm. Dunya'yi kurtarmanin haftasonu zevklerinden uzaklasmak oldugu mu anlatilmaya calisiliyor, yoksa "aman canim isteyen katilir, hem dunyayi kurtaracak adamin saat 8'de restoran'da isi ne!" yaklasimi mi hakim bu organizasyonlari duzenleyenlerde. Sadece isiklari kapatip, mum isiginda yemek yemekse olay, onu zaten her restoran uyguluyor. Mesele, o restoranin mutfaginda saatlerdir portakalli ordek pisiren firinin "off" dugmesine basmak degil mi?

Hadi cumartesi olayini gectik diyelim. Neden 1 saat? Sicakliklarin hala sifir'in altinda seyrettigi pekcok kuzey yarikure sehrinde 1 saat kalorifer kapatilinca, o binayi tekrar isitmanin 3 saat surdugu birtek tarafimdan mi bilinmekte? E canim herkes senin gibi kuzey kutbu'nda yasamiyor ki Sawyer! Dogru, dogru da, bu olayin icatcilarindan Sydney'de de hala klimalar calisiyor. Ayni izolasyon mantigi onlar icin de gecerli. Sadece isiklari kapatin demisler dogru, ama genel amac o degil tabii.

Tum bunlarda yaniliyorum diyelim. Yine de bu tip eylemler bana biraz yapmacik gibi geliyor. Mesela ne zaman bizim apartmanin gym'ine insem butun isiklari acik uc televizyonu bas bas bagiriyor buluyorum, iceride kimse olmamasina ragmen. Evet apartman yonetiminin sucu degil tabii, orayi o sekilde terkeden bol kasli ama kucuk ...lu hirbonun marifeti. Ama apartman yonetimi de bu tip eylemlere katilmadan once enerjiyi israftan nasil kaciniriz diye dusunup fotosel sistemi vs kurabilir pekala. Ayni sey calistigim sirket icin de gecerli. Tabii ki cevredeki bircok sirkete gore israf, recycling vb konularda cok daha duyarliyiz. Ama tum sirkete bu kartpostali yollayip Earth Hour'a davet eden Janice tum kis arkasindaki kucuk cam aralik oturdu (hot flashes diyorum ben! ssshht).

Ranking Istanbul

Dun sabah gazetede gordum. Isvec bazli bankalardan UBS en son 2006 yilinda yaptigi “prices & earnings” arastirmasini revize etmis. "Siyasi Mustakil Gazete"mizde yazanlar bana pek guvenilir gelmedigi icin usenmedim, oturup arastirdim. Rapor icin dunya etrafindaki 71 sehirde yasayanlardan 30,000 uzerinde data toplanmis. Tabii bu 71 sehir icerisine Turkiye’den bir tek tasi topragi altin Istanbul dahil olabilmis.

Arastirmanin ilk yarisi bu sehirlerdeki 122 urun ve hizmetin fiyatlarini karsilastirip hangi sehrin daha pahali oldugunu bulmaya calisiyor. Buna gore dunyanin en pahali sehirleri Oslo, Kopenhag ve Londra. Istanbul 27. sirada yer aliyor. Tabii Los Angeles ve Chicago gibi sehirlerden daha pahali olmasini dolarin son yillardaki cokusu ile aciklamislar (ne derece dogru tartisilir!).

Arastirmanin ikinci yarisi ise bu 71 sehirdeki 14 degisik uzmanlik alanindaki (doktor, muhendis vs.) maaslari ve diger imkanlari (sigorta, saglik vs.) karsilastirmaya calismis. Listenin basi cok sasirtici degil: Kopenhag, Oslo, Zurih. Istanbul bu siralamada ne yazik ki 42. sirada yer aliyor.

Usenmeyip bu iki listeyi bir grafikte birlestireyim diyordum tam, baktim ki adamlar onu da hazirlamis sagolsun (yukaridaki linkte gorebilirsiniz). Sonuc olarak Istanbul cok da sasilmayacak sekilde "alim gucu dusuk sehirler" kategorisinin ortalarinda yer almis. Bize yakin diger sehirler genelde Dogu Avrupa ve Guney Amerika ulkelerinin sehirleri. Bizim grubun ustunde Roma, Lizbon gibi Avrupa Birligi’nin alt kademe sehirleri var, bizim altimizda ise genelde fakir Afrika ve Okyanusya (Guney Asya) sehirleri mevcut. "Alim gucu yuksek sehirler"i anlatmaya gerek yok herhalde :)

Sunday, March 16, 2008

Internetten forbitten!

Pansiyoncu soyledi gecen aksam: youtube'a erisim bloke edilmis yurdumda (ingilizce yazmamak cok zormus, onu farkettim bu cumleden sonra - access to youtube has been blocked!).

Aslinda beni en cok sasirtan internet sitelerinin hukumetlerce kapatilabiliyor olmalari idi. Daha once hic boyle birsey duymamistim; saniyordum ki internet denen modemli/modemsiz kablolu/kablosuz ozgurlukler dunyasi hukumetlerden bagimsiz isliyor. Yanilmisim (horatio'nun deyimiyle: yamulmusum!).

Kapatilma sebebi de Turklerin ve ozellikle Ataturk'un homoseksuel olarak gosterilmesiymis. Simdi as(h)in bu tip seyleri demek cok bos olacak. Turkiye gibi homofobik bir ulkede hele de Ataturk gibi bir sahsiyetin gay olarak gosterilmesi pek cok insan icin muhtemelen cinayet sebebi. Homoseksuellik adina hicbir yasa olmasa da yurdumda (bkz. Bulent Ersoy operasyonu), erkek egemen Turkiye'de homoseksuellik ne yazik ki "komedi" kavramiyla esdeger (thanks to kusum Aydin!).

Ama isin ilginc tarafi bu kapatilma konusunda yalniz olmadigimiz. Birkac ornek size:

- Brezilya mahkemeleri Ocak 2008'de gunlerce youtube'i yasaklamis. Sebepse, bir mankenin sevgilisi ile beraber denizdeki ilginc goruntuleri!

- Fransa da henuz engellemese de, fransiz polislerin vahsi dayak atma goruntulerinin yayinlandigi youtube'a "kaldir bunlari yoksa engelleriz seni" demis! Tanistirayim: Fransa: demokrasinin besigi!

Saturday, March 15, 2008

metro densizleri

Spadina ve St. George istasyonlari arasinda metronun kapilarinin acildigi yon degisir. Yani Spadina’da sag tarafindan binersiniz metronun, ama St. George istasyonu sol taraftadir, yani solundan inersiniz metronun. Spadina istasyonunda biseyler okuyup metronun gelmesini bekliyorum. Okudugum derginin sayfalari hafifce ucusunca, anladim metronun gelmekte oldugunu. Meshur sari cizgiye dogru yaklastim (mind the gap cizgisi!). Onumde ufak tefek bi amcam. Kapilar acildi. Amcam iceri bir adim atti ve durdu. Vagon bos, ama adam ilerlemiyor. Kapilar iki saniye sonra kapanacak. Artik hafif ittirmeyle beraber zar zor girdim iceri. Adam “nasil olsa bu istasyondan sonra bu kapilar bir daha acilmayacak” dusuncesiyle, arkasinda kim var kim yok dusunmeden, bir adim atip, ilerlemeden orada durabiliyor. Densiz!

Sabah hava cok soguk, yurunecek gibi degil ofise. Metroyla gideyim dedim. Sabah is saati olmasina ragmen cok kalabalik degil. Kisa mesafe oldugu zamanlar oturacak yer aramam, dikilirim bir kosede. Ikinci duragi gectikten sonra “cit, cit, cit” sesler gelmeye basladi sag taraftan. Bu da nedir simdi diyerek kafami cevirmemle, gozlerimin kafama hakaret etmesi ayni ana denk geldi: Orta yasli teyzem oturmus yan koltuga, bi guzel “cit cit da cit cit” tirnaklarini kesiyor. Kesilenlerin de nereye gittigi umrunda falan degil densizin. Oldu olacak, pedikur de yapaydik teyze?

Bir Cuma aksami saat 5 gibi isten ciktim. Saclarimi kestirmeye gidicem ama hava ayaz, yurunecek mesafe degil bu havada. Metroyla gideyim dedim. St. Andrews’tan bindim metroya, Wellesley’de inicem. 6-7 durak falan (bu arada kisa mesafelerde oturup oturmadigimi bir ust paragrafta aciklamistim yamulmuyorsam). Is cikisi saati olmasi sebebiyle, daha ucuncu durakta tikabasa doldu vagon. Son duraga dogru zar zor kapiya yanasmaya basladim. Bayagi da yol katettim denebilir, neredeyse kapidayim. Metro durdu. Durmasiyla beraber, cikmak uzere oldugumu gore gore vucudumu itip iceri girmeye calisan bir densize de burada rastladim, iyi mi!

How I quit smoking...

Birakmayi yaklasik bes senedir dusunuyordum acikcasi. Hatta bu ulkeye ilk goc ettigim gun (2 mayis 2006) ucak kalkmadan once son sigarami icmistim. Yaklasik iki ay kadar o benim son sigaram oldu. Ama sadece iki bavulla gelip, burasi benim yeni yurdum dediginiz yerde sigara gibi bir bagimliligi birakmaniz o kadar kolay olmuyor ne yazik ki! Bir temmuz sabahi, uykusuz bir gecenin ertesi, caktim cakmagi yine. Neredeyse birbucuk yil sonra yine kita degistirmistim, ustelik bu kez donmemek uzere! Yeni bir ev, yeni bir is, yeni bir sehir, yine yeni yeniden Kuzey Amerika! Bunca basaridan sonra, aman canim bir sigara icmisligim eksik kalsindi. Hem tek ben miydim? Sokakta gordugum herkes sigara iciyordu (bu sehirde sigara icenlerin zaten sadece sokakta icebildiklerini daha sonra ogrendim!).

2007 yilinin sonlarina dogru televizyonda bir reklam yayinlanmaya basladi: quitting is hard, not quitting is harder!

Bu reklami gordukten sonra, 2008 basinda birakmaya karar verdim (Zyban yardimiyla). Bugun 14 Mart 2008. Yine "temiz" uyandim.

Tabii ki Zyban tek etken degildi. Asagida acikladigim yontemlerin hepsi tek tek uygulandi ve bazilari hala uygulanmaya devam ediyor:

- Uyulmasi gereken iki kural:
Kural 1: Sigara icmek istediginde saate bak, ve 10 dakika gecmesini bekle, 10 dakika sonra kural 2'yi oku
Kural 2: Son 10 dakika icinde sigara icmedigin icin tebrikler! Bir bardak su sonrasi sigara icme istegin geliyorsa kural 1'i tekrar oku!

- Sigara vs. Drugs:
Pek cok insanin sigarayi birakamama sebebinin bunun "kotu bir aliskanlik" olarak gosterilmesi oldugu kanitlandi. Sigara icmenin "kotu bir aliskanlik"tan cok daha fazlasi oldugunu kabullenmemiz gerekiyor. Ne yazik ki sigara bagimliligi ile eroin bagimliligi arasindaki bagin cok zayif oldugu 2005 yilinda kanitlandi. Nasil ki Eroin'den bir gunde carcabuk kurtulmak mumkun degilse, sigara bagimlilarindan da ayni seyi beklemek haksizlik!

- Not just nicotine:
Sigara icenlerin neredeyse yarisindan fazlasinin (according to unofficial surveys!) nikotin bagimliligindan ziyade sigaranin sagladiginin sanildigi baska bagimiliklari oldugu saptanmis: confidence (guven), courage (cesaret), relaxation (rahatlama), vb. Bunlari asmalari icin es dost cevresinin sigara tiryakilerine cok buyuk destek vermesi gerekiyor.

- Guilt factor:
Sigara icmeyi biraktiginizi ne kadar cok insana soylerseniz, tekrar icmek istediginizde hissettiginiz sucluluk duygusu o kadar artiyormus. Yamulmuyorsam, herbitanidigimkisi (tek kelime) okuyacak bunu! Ve umarim tutacak sigara paketine uzanan elimi (tutmayacak mi? hadi yaw? olsun o zaman kural 1'e donecez yine desene! :))

Bunlar da yetmediyse David Bruser'i ve yorumlari okuyun, iciniz acilsin!

(acilmadi mi icin? yak o zaman bi sigara, sana mi kalacak koca dunya, ic ic cigerlerin acilsin kara toprak gormeden once!)